Herkesin Bildiği Antalya Değil

Ayşe Batman - Hande Çınar

Merhaba,

Ben Ayşe Batman, Bilkent Üniversitesi Arkeoloji ve Sanat Tarihi Bölümü’nden 2003 yılında yol arkadaşım Hande Çınar ile  mezun olduk. 1999dan beri yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmeyen 2 Arkeolog, 2 can ciğer olarak yurtiçi / yurtdışı kısa kaçamaklar yapıyoruz. Bazen amacımız kültür turu olmasa da illaki bir kahverengi tabela ya da müze görüp dalıyoruz içeri. Bu kez sıcaklar ve kalabalık basmadan rotamızı Antalya’ya çevirdik. Sosyal medyada #kahverengitabelalarinpesinde etiketiyle paylaştığımız fotoğraflarımızı, kaldığımız yerleri, tanıştığımız insanları, ufak tavsiyelerimizi sizinle paylaşmak istiyoruz.

Antalya hep turistlerin rağbet ettiği lüks otelleri, deniz kum ve güneşiyle meşhurdur ya biz bambaşka bir perspektiften baktık bu güzel şehre. 17.Mayıs.2015 sabahı saat 07:00 uçağıyla Sabiha Gökçen Havalimanı’ndan Pegasus Havayollarıyla Antalya Havalimanı’na indik.

Uçakta geçen süreyi ne Hande ne de ben hatırlamıyoruz; uykumuz galip geldi  . Önceden ayarladığımız kiralık aracımızı alıp düştük yollara. Her gezimizde olduğu gibi bu gezimizde de şofördüm,  Hande de güzel harita okuyan iyi bir co-pilot. Tam “Şehir Merkezi” tabelalarına bakınırken şak diye karşımıza “Perge” tabelası çıkınca hemen direksiyonu kırdık. #kahverengitabelalarinpesinde ilk durağımıza vardık. Şehre oldukça yakın. Burası, antik dönem Anadolu coğrafyasında “Pamfilya” olarak adlandırılmış bölge içerisinde yer alan ve ilk yerleşimlerinin Tunç Çağı’na tarihlendiği, Helenistik Dönem’in en güzel şehirlerinden birisi. İnanın şimdi bile olağanüstü. Büyüleyici. Yürüyerek yaklaşık 2 saatimizi aldı burayı dolaşmak.

Ören yerinin girişinde Müzekart almanızı öneriyoruz, çok avantajlı. İlk kazılar 1946 yılında İstanbul Üniversitesi tarafından başlamış ve bugün de Antalya Arkeoloji Müzesi tarafından halen devam ediyor. Tiyatro binası esas şehrin dışında. Arabayla gitmek lazım. Ama restorasyon çalışmaları sebebiyle bugünlerde kapalı. Zaten Perge’de o kadar fazla görecek bina var ki, zamanın nasıl geçtiğini dahi anlamayacaksınız. Stadyum bir efsane, Roma Hamamı deseniz muhteşem. Bir de bazı bölgeler gerçekten aslına uygun ve özenli bir restorasyon çalışmasından geçtiği için şehir size kendini tüm haşmetiyle sunuyor. Etkilenmemek elde değil, hamamda da poz vermedik değil.

Ha bu arada da şehirde bizden başka bir de çok sevimli kaplumbağa aileleri var gezmeye gelen

Sonra atladık arabaya doğru şehir merkezine. Kaleiçi diye adlandırılan mevkii, Antalya’nın kalbi. buradaki en görkemli yapılardan birisi Hadrianus Kapısı (diğer adıyla Üçkapılar).

M.S. 130 yılında Roma İmparatoru Hadrianus’un şehri ziyareti sırasında kendisine ithafen yapılmış. Oldukça iyi korunmuş bir şekilde ayakta duran bu üçlü tak biçimindeki kapı, turistlerin ilgi odağı. Kapının her iki tarafında birer kule var ve bunlardan bir tanesi Roma İmparatorluk Çağı’na, diğeri de Selçuklular Dönemi’ne tarihleniyor. Bir rivayete göre kapının bir üst katının daha olduğu söylense de, buna ait herhangi bir bilgi yok. Üç kemerli kapının 1961-62 yıllarında restore edildiği biliniyor. Antalya’nın merkezi olan semtte birçok butik otel var. Daha önce rezervasyon yaptırdığımız otelimize gidip eşyalarımızı attık. Otel, çok lüks filan değil ama temiz pak.  Neyse, çıkıp bu sefer de şehrin içerisinde yer alan Antalya Arkeoloji Müzesi’ne gittik. Müzekart burada da geçiyor. Lahitler salonundan başladık gezmeye.

Helenistik ve Roma Dönemlerinin en güzel heykeltıraşlık eserleri karşımızda duruyordu. Perge kazılarının 1980 yılı çalışmaları esnasında bir heykelin alt yarısı bulunmuş ve yapılan araştırmalar sonucunda heykelin üst kısmının Amerika Birleşik Devletleri’nde yer alan Boston Museum of Fine Arts’ta bulunduğu anlaşılmış. Bu heykel, Yorgun Herakles heykeli… Helenistik Dönemin en önemli heykeltıraşlarından Lysippos’un eserlerinden bir tanesi…Kazılarda bulunan bu heykelin orijinalinin bronzdan yapıldığı; Roma Döneminde ise mermer bir replikası yapıldığı biliniyor. Orijinal heykelin M.Ö. 330-320 yılları arasına tarihlendiği bilinmekle birlikte, kazılardan bulunan bu mermer heykel de Roma Döneminin en önemli eserleri arasında yer almakta. “Herakles Farnese” olarak adlandırılmış olan bu heykelin üst kısmının Boston’dan ülkemize getirilmesi konusunda resmi yazışmalar 1990 yılında başlamış olsa da, 2011 yılında Herakles’in vücudunun üst kısmı Türkiye’ye getirilmiş ve Antalya Müzesi’nden bulunan alt kısmıyla birleştirilerek bu müzede sergilenmeye başlamış. İşte şimdi Yorgun Herakles heykeli bütün ihtişamıyla tam karşımızda duruyordu.

Etkilenmemek imkânsız… Sergi salonunda onun ayrı bir yeri var. Suratındaki yorgun ve hüzünlü ifadeye sanki biraz eve dönmüş olmanın huzuru yansımış gibi… Dakikalarca bakıyoruz bu şahesere. Vücudundaki kıvrımlar, duruşu, heybetiyle tam bir “Herkül”…

İlk günün sonuna doğru yavaştan uykusuzluk ve yorgunluk baş göstermeye başladı. Direksiyonumuzu Düden Şelalesi’ne doğru çevirdik. Antalya şehir merkezine 10 km. uzaklıkta. Girişte ücretli otoparkı var. Mesire yerine doğru girerken de kapıda ücret alıyorlar. Ama manzara müthiş. Gürül gürül akıyor şelale.

Yanında da piknik yeri gibi bir yer yapmışlar. Yiyen içen çöpünü atmaya üşenmiş, olduğu yere bırakıp gitmiş. Şelalenin manzarası ne kadar güzel olsa da etraf da bir o kadar berbattı maalesef…

Otele dönüp arabayı bırakıp yemek yiyecek bir yer bulmak üzere başladık yürümeye. Bizim otelin sahibinin kayınvalidesine rastgeldik. Pek tatlı bir ablaydı Gülşen Abla. Restoranı yine kale içinde. Allahtan kale içinde yemek yiyebileceğiniz, bir şeyler içebileceğiniz oldukça fazla sayıda değişik cafe ve restoranlar var. Fiyatlar da öyle ucuz filan değil ama çok da abartılı değil. Gülşen Abla’nın çorbası nefis… Bir de balık yedik o da enfesti doğrusu. Antalya’da gençler genellikle bu bölgeye takılıyorlar. Sabah otelde “eh işte” bir kahvaltıdan sonra atladık arabaya düştük Termessos, Karain Mağarası ve Burdur’un Ağlasun ilçesine bağlı Sagalassos Ören Yeri yollarına.

Termessos’a gitmek için Kepez rampasını çıktıktan sonra Korkuteli sapağından sola doğru kıvrılıyorsunuz. Bu antik kent, Antalya şehir merkezine 30 km. uzaklıkta. Zaten yolda tabelalar var. Gayet rahat bir yoldan Termessos’a ulaşabiliyorsunuz. Arabayı oldukça geniş bir düzlükteki otoparka bırakıp, Müzekart’ı turnikeye okuttuktan sonra (ki bu turnike ve bilet gişesi, medeniyete dair görüp görebileceğiniz son unsurlar) başlıyorsunuz 3km’lik tırmanışa. Zaman zaman bir maymun edasıyla kollar ve bacakları aynı anda kullanarak tırmandığımız kısımlar da olmadı değil hani. Öncelikle; mutlaka arazi koşullarına uygun botlar ya da ayakkabılar giyin, yanınıza mutlaka su yiyecek ve enerji verici bir şeyler alın, yağmurlu havalarda tırmanmanın uygun olmayacağını belirterek mutlaka güneşten korunmak için şapka takın. Yolun belirli yerlerinde banklar var dinlenmek için. Manzara müthiş! Toroslar’ın üzerindesiniz ve her taraf yemyeşil.

Bizce Mayıs ayı, Antalya ve çevresinde yapılacak böylesi bir kültür turu için en ideal mevsim…. Durup dinlenin ve bol bol fotoğraf çekin…Bizce tek eksik; rota üzerinde hiçbir yönlendirme tabelası olmaması. Gerçi kapıda size bir harita veriyorlar ama o da Fransızca,  Fransızcanız varsa sıkıntı yok. Şehrin tarihçesine göz attığımızda, Büyük İskender’in bu şehri kuşattığı; fakat Termessos’luların müthiş bir savunma yaparak şehri vermedikleri bilinmekle birlikte, Helenistik Dönem’de Ptolemy’ler tarafından yönetildiği, Roma Dönemi’nde ise bağımsızlığını koruduğu da bilinmektedir. Bugün ören yerinde karşımıza çıkan Gymnasium, Hadran Kapısı, Agora, Bouleterion (Meclis Binası), Tapınaklar,  Tiyatro Binası ve mezarlar, Helenistik ve Roma Dönemleri’ne tarihlenmekte. Oldukça büyük ve dayanıklı volkanik kayaçlar kullanılarak inşa edildiğini anladığımız binaların en etkileyici olanı belki de tiyatro binasındaydı. 4.200 kişilik oturma kapasitesine sahip tiyatrodan görülen manzara benzersiz…

Bizim dışımızda birkaç yerli ve yabancı turist vardı ama bir tonton teyzecik vardı ki şaştık kaldık kendisine. Neredeyse 80 yaşına yaklaşmış, elinde bastonuyla 3 km’lik parkuru tırmanmış ve gördüğü manzara ve eserler karşısında adeta büyülenmişti. Durup düşündük ve biraz da şaştık kaldık…Tabii daha bu ikinci günün ilk durağıydı ve daha gidilecek, görülecek, keşfedilecek çok yer vardı. 11.00 civarında inişe geçtik. Arabamıza ulaştığımızda yorulmuştuk. Yanımızda bir karavan park etmişti. Bir karı-koca İzmir’den yola çıkmışlar ve tüm ören yerlerini geziyorlarmış. Kadıncağız domates doğruyordu ve bize de bir şeyler ikram etti. Kendisi yukarı çıkmaya cesaret edememiş; eşi ise vurmuş kendini yukarı doğru yollara . Biraz sohbet ettikten sonra müsaade isteyip yola çıktık. Bu seferki durağımız; Karain Mağarası’ydı. Paleolitik (İlk Taş Çağı) Çağa ait bir yerleşime gittiğimizin farkındaydık ve açıkçası da oldukça heyecanlıydık. Antalya’dan Burdur’a giden yolun üzerindeki bir kavşaktan sola dönüldüğünde Termessos’a; sağa dönüldüğünde de Karain Mağarası’na ulaşılabiliyor. Biz de o kavşağa tekrar gelip, bu sefer dümdüz karşıya geçtik. Aslında ana yola çok da uzak değil Karain Mağarası. Fakat arabayı park ettiğimizde bizi büyük bir sürprizin beklediğinin farkında bile değildik… Etrafta yoğun bir peyzaj çalışması sürdürülüyordu. Çalışan işçilere bilet gişesini sorduğumuzda yukarıda olduğunu söylediler. Gidip Müzekart’ımızı okuttuk turnikeden. Sonra kafamızı bir kaldırdık ki; en az 300 basamak ve dik bir rampa bizi bekliyordu. Sularımızı içe içe, konuşa konuşa çıktık basamakları. Mağaranın önüne geldiğimizde birkaç yerli turist de vardı. Giriş kocaman ve aslına bakarsanız da oldukça ürkütücü. Yavaş yavaş içeriye süzüldük. Yerdeki taşlar oldukça kaygan; dikkat etmek lazım. Mağaranın içinde sarkıtlar ve dikitler var.

Tavanı yüksek ve heybetli bir mağara. Jeolojik olarak karstik kayaçlardan meydana gelen mağarada kafanıza su damlaması olası. Ayrıca, içeride merdivenler ve ışıklandırma da bulunmakta. Korkutucu ama bir o kadar da ilginç bir oluşum. Düşünsenize ilk taş çağı insanları burada yaşamış, burayı barınak olarak kullanmış ve bu civarda avlanarak hayatlarını devam ettirmişler. Şimdi yıl M.S. 2015 ve biz ilk insanların ayak izlerinin peşinde gidiyoruz. Hakikaten “vay canına…” işte bizim mesleğimizin de güzelliği bu… Bir şekilde geçmişe dokunuyoruz.

Daha bugünün Sagalassos etabı olduğunu da düşününce, fazla derinlere inmeden yavaş yavaş dönüşe geçtik.

Ve sıra geldi; ikinci günün üçüncü durağı olan Burdur’un Ağlasun ilçesindeki Sagalassos Antik Kenti’ne… Yolu oldukça rahat. Ağlasun zaten Antalya’dan geldiğinizde Burdur’a varmadan. Kent merkezi de oldukça büyük. Merkezden geçtikten sonra biraz rampa çıkıyorsunuz arabayla ve Sagalassos antik kentine varıyorsunuz. Daha girişinden anlaşılıyor ki bu antik şehirde başta bir takım restorasyon faaliyetleri olmak üzere; baya hummalı Arkeolojik çalışmalar yürütülüyor. Arabayı bırakıp gişeye doğru yöneldik. Müzekart’ımızla giriş yaptığımız ören yerinin haritası elimizde başladık yürümeye. Kısaca tarihçesine değinirsek; bugün karşımıza çıkan eserlerin, binaların birçoğu Roma İmparatorluk Çağı’na tarihlense de aslında şehirdeki yerleşim izleri M.Ö. 3000’li yıllara yani; Erken Tunç Çağı’na kadar gidiyor. Düzenli Arkeolojik çalışmalar, 1990 yılından beri Katholic Leuven Üniversitesi (Belçika) ve Kültür Bakanlığı tarafından yürütülüyor. Ayrıca, 2004 yılından beri de Aygaz tarafından başta Antoninler Çeşmesi olmak üzere, bu şehrin restorasyonu finanse ediliyor. Hadrian Tapınağı ve Çeşmesi, Kent Konağı, görkemli tiyatro binası diye gezerken işte karşımıza bütün heybetiyle Antoninler Çeşmesi çıktı. Gerçekten belki de Türkiye’de yapılmış en iyi restorasyon örneklerinden birisi… Muhteşem…

Efes’ten sonra Anadolu’daki en büyük antik kent olma özelliğini taşıyan Sagalassos’un incisi gibi parlıyor. Ortasındaki nişten gürül gürül sular akıyor. 28m uzunluğunda, 9m. yüksekliğindeki bu yapı, şehrin yukarı agorasının kuzeyinde yer alıyor. Çeşmenin önünde de 81m3’lük bir havuz var ve yukarıdan akan su buraya dökülüyor.

Çeşmenin orijinal yapısında yer alan her bir nişin içerisinde (soldan sağa doğru) Nemesis, Apollo, Akslepios ve Koronis Heykelleri yer alıyor. Hıristiyanlık Dönemi’nde bu heykellerin çok tanrılı dine ait oldukları öne sürülerek yıkılmış; sadece adalet ve intikam tanrıçası Nemesis’in heykeline dokunulmamış. 2011 yılında bu heykellerin replikaları yapılarak yerlerine konulmuş. Çeşmenin önündeki avluda, çeşmenin sularında, heykellerin arasında fotoğraf çeke çeke bitiremedik.

Bir amuda kalkmadığımız kaldı. Arabamıza binip yola çıktık. Antalya şehir merkezi buradan 110km uzaklıkta. Sabah 08.00’den beri yollardayız. Otele zor attık kendimizi. Sonra çıkıp “en iyi lokanta bildiğin lokantadır” mantığıyla Gülşen Abla’nın restoranına gittik. Bu akşam da yine o enfes çorbasının yanında süper bir ev köftesi yedirdi bize. Dün akşama göre bu akşam biraz daha şenlikliydi etraf. Antalya’nın falezleri meşhurdur ya hani, işte onlardan birinin üzerinde bizim kaldığımız Castle Hotel’e ait bir restoran/bar gibi bir yer vardı. Manzara şahane! Ayakları duvarın üzerine uzattık. Müzik eşliğinde birer bira devirince, günün bütün yorgunluğu gidiverdi.

Üçüncü gün sabah kahvaltısını oldukça erken yapıp otelden ayrıldık. Bugünkü rotamız, Antalya’nın batısına doğru. Yani, Kaş’a gidiyoruz Kaş’a! Yaşasın! Bugün günlerden 19. Mayıs. 2015 yani bizim bayramımız!. Hava mis mis! #kahverengitabelalarinpesinde giderken bugün ayrıca sezon açılışı yapıp denize girmeyi de planlamıştık. Bikiniler içimizde, camları açık, bağıra bağıra bayram şarkılarına eşlik edip bugünün ilk durağı olan Phaselis Antik Kenti’ne, yani bugünün ilk durağına geldik. Antalya istikametinden gelince Kemer’i geçiyorsunuz, sonra yaklaşık bir 15-20km sonra da Phaseslis’e ulaşılıyor. Aslında burası Olympos Milli Parkı içerisinde yer alıyor. Her taraf çam ağaçlarıyla kaplı.

Bir de aylardan Mayıs ya yabani kekik kokusu artık içimize işliyor. Arabayı bırakıp yine müze kartımızla ören yerine giriş yapıyoruz. Kaç gündür dağ tepe demeden tırmanan bu iki kız şoka girdi ; Phaselis denize sıfır.! Bu sefer tırmanmak yok. M.Ö. 7.yy’da Rodoslular tarafından kurulan bu kentin aslında üç tane limanı var. M.Ö. 333 yılında Büyük İskender’in şehri alması, Phaselis halkı tarafından çok önemli bir dönemin başlangıcı olarak kabul edilmiş; Helenistik Dönem’de Likya Birliği’ne katılmış (M.Ö. 167) ve daha sonra da Roma hâkimiyetine girmiş. Bizans, Arap ve Selçuklu Dönemleri’nde de burada yerleşimin devam ettiği anlaşılmış. Muhteşem bir cadde, caddenin sonunda Hadrian Kapısı, su kemerleri, agorası, hamam yapısı filan derken, yoldaki “Tiyatro” tabelasını görüp de dönmemezlik edemedik. Başladık tırmanmaya.

Phaselis’in tüm bu özelliklerinin yanı sıra, burası bir yarımada. Yürüye yürüye yarımadanın öteki taraflarına da geçebiliyorsunuz. Aldığımız bilgilere göre, kazı çalışmaları da 2015 yılı yaz mevsiminde Akdeniz Üniversitesi’nin yöneticiliğinde başlayacakmış. Antik dönem Phaselis halkının ayak izlerini takip ederek, ciğerimizi yakan oksijeni soluyarak, denize paralel yürüyoruz. Burası bir milli park olduğu için halka açık piknik yerleri de var. Şimdilik çok kalabalık ve pis değil etraf ama yazın bir daha gelip bakmak lazım bu güzelliklere gözümüz gibi mi bakıyoruz yoksa oraya buraya çöplerimizi atıp, antik eserlere aşkımızı mı kazıyoruz…Ve deniz zamanı… Evet sevgili okuyucular, bu iki Arkeolog, sezonu açar ve kendilerini Akdeniz’in masmavi dupduru sularına bırakırlar… Anlatılmaz, yaşanır bir mutluluk denizindeyiz.

Su soğuk filan da değil hani. Ne hamam suyu gibi, ne çivi gibi. Tam yüzülecek deniz… Etrafta duş ve soyunma kabinleri, tuvalet mevcut. Bir süre burada vakit geçirdikten sonra hızla toparlanıp; bir sonraki durağımız olan Olympos’a doğru yola çıktık. Yaklaşık 20 dakikalık bir yoldan sonra Olympos’a varıyorsunuz. Bir değer adı da Çıralı olarak geçiyor. Burası anayola pek yakın değil. Virajlı bir yoldan denize doru iniyorsunuz. Yolda gözlemeciler filan var. Sıcak iyice bastırdığından bir ayran içmek için durduk. Ama keşke durmasaydık. Küçücük bir bardakta sunulan iki ayrana 14tl ödedik! . Hande de ben de Olympos’a ilk defa geliyorduk. Daracık daracık taş döşeli, çukurlu yollardan geçip, otoparka ulaşıyorsunuz. Buraya gelirken sağlı sollu bir sürü otel, hostel, pansiyon, bungalov filan var. “Bob Marley” stili yaşam tarzına atıflar, rengârenk, çiçek çocuklar dönemlerini andıran döşemeli koltuklar minderler var etrafta. Aslında sempatik görünüyorlar ama nedense bizim hayalimizdeki Olympos bu değildi açıkçası. Bu seyahatten sonra daha önce Olympos’a giden arkadaşlarla konuştuğumuzda bize Olympos’un eski halinden eser kalmadığını, çok bozulduğunu söylediler. Neyse, biz yine müze kartı okutup, başladık ahaliyle beraber kafamıza peştamalları sarıp denize kadar yürümeye. Bu arada yol boyunca çevrede antik kalıntı var. Lahitler, kapı girişleri, oldukça yıkık durumda olan binalar…

Bu antik kentin tarihçesi Helenistik Döneme kadar geri gidiyor. Daha sonra Roma egemenliğine giren şehirde Bizans kalıntıları, Venedik, Ceneviz ve Rodos şövalyelerine ait izler bulunmuş. Fakat Osmanlı Dönemi’ne ait hiçbir veri yok. Denize ulaşınca sizi uçsuz bucaksız çakıllı bir kumsal karşılıyor.

Etrafta şemsiye filan yok. Kabak gibi güneşin alnında kalıyorsunuz. Yukarıdan gölgesi kumsala vuran bir kaya bloğunun altında gençler oturmuşlardı. Biz de bir yer bulup yapıştık yanlarına. Koştur koştur bir atladık denize ki görmeniz lazımdı. Ömründe ilk defa denize girenler gibiydik. Burada da bir süre denizin tadını çıkartıp, müze dükkânına doğru yola çıktık. magnet ve kitap ayıracı aldıktan sonra Kaş’a gitmek üzere yola çıktık. Üçüncü gün, üçüncü durak olarak aslında Patara Antik Kenti’ni belirlemiştik. Patara biraz daha Fethiye’ye doğru. Yani hem Kaş’ı, hem de Kalkan’ı geçmemiz ve biraz daha da ilerlememiz gerekiyordu. Olympos-Kalkan arası ortalama 90km. Tabii bunu hesaplayınca planlarımızı revize etmemiz gerektiğini anladık. Yolda çalışma vardı bir süre herkesi durdurdular. Oldukça virajlı ve dar bir yol burası ve bu yüzden de yorucu olduğunu söyleyebilirim. Ama bir şey var ki o da; manzaranın müthiş oluşu! Batıya doğru gidiyorsunuz evet, güneş de alnınızın tam ortasına denk geliyor bu saatlerde ama solda lacivert bir deniz uçsuz bucaksız uzanıyor. Gökyüzü pırıl pırıl ve gün batımı renkleri efsane… Neyse, Kaş sapağını geçip Kalkan’a gidiyoruz. Nefis bir koy, tam gezilecek saatler… Sokaklar efsane… Rengârenk merdivenler filan var.

Begonviller yıkılıyor! Fotoğraf üzerine fotoğraf çekip sosyal medyada olanca hızımızla #kahverengitabelalarinpesinde etiketimizle paylaşmaya başlıyoruz. Karnımız iyiden iyiye acıkmaya başlamıştı. Ama bugünün esas geceleme ve varış noktası olan Kaş’ta rakı-balık yapma planımız olduğu için, Kalkan’da çayla bir tost yedik. Limanda oldukça fazla sayıda cafe ve restoran var. Genellikle balık ürünleri ağırlıklı mönüleri olsa da tost ve sandviç de var. Apar topar hesabı ödeyip, önümüze gelen ilk hediyelik eşya dükkânından da birer magnet ve kitap ayıracı aldıktan sonra Kaş’a doğru yola çıktık. Ama Kaş ile Kalkan arasında öyle bir yer var ki; öyle bir deli güzellik var ki, Maldivler, Karayipler filan fasa fiso yanında! Tam yolun kenarından aşağıya baktığınızda turkuaz renkte bir denize sahip olan bir koy; yani Kaputaş sizi karşılıyor. Tanrım o ne güzel bir manzaradır! Derhal arabayı yolun kenarına çekip bilmem kaç yüz basamağı inerek akşamüstü deniz sefamızı Kaputaş’ta yaptık.

Eğer bir gün yolunuz bu taraflara düşerse Kaputaş’ı görmeden, mevsim de uygunsa denize girmeden asla dönmeyin!

Üçüncü günün son durağı; Kaş! Tam gün batımında yetiştik manzarayı görmeye.

Bulduğumuz otel, Kaş’ın oteller bölgesi diye adlandırılmış olan Küçükçakıl mevkiinde. Kayahan Hotel’in sahipleri çok misafirperverler. Hatta bizi merak dahi etmişler. “Nerede kaldı bu kızlar?” diye bile düşünmüşler. Bu arada otel hakkında kısaca bilgi vermek gerekirse; zaten küçük bir butik hotel olduğu için odaları da küçük. Ama konforlu. İnternet hizmeti mevcut. Tertemiz bir hotel. Kaş’ın meydanına yürüdüğümüzde 19 Mayıs kutlamalarıyla karşılaştık. Herkes davullu, zurnalı bir kutlama için meydana toplanmış; hep bir ağızdan şarkılar söylüyordu.

Akşam yemeği için banko bir seçim yaptığımızı daha restorana girer girmez anladık. Turkuaz Restoran, Kaş’ın merkezinde. Deniz kenarında değil ama ortamı muhteşem. Ahmet Ağabey var orada. Sahibi olur kendisi. Bize bir meze tabağı yaptırdı ki; tarifi yok!

Anlatılmaz; yaşanır. Yanımıza Kaş’a yerleşmiş olan bir dostumuz da geldi ve yemekten sonra bizi Kaş sokaklarında dolaştırdı.

Biraz da kayalıklarda oturup denizi seyrettikten sonra otele gelip uyuduk çünkü sabah erkenden yola çıkacaktık. Aslında bir günümüz daha olsaydı eminim ki size çok daha fazla şey anlatabilirdik Kaş’la ilgili. Aklımızı da, ruhumuzu da orada bıraktık desem yeridir. Burasının bir dalış bölgesi olduğu ve dalgıçlar arasında da en popüler mekânlardan birisi olduğu herkesçe biliniyor. Hatta burada bir sualtı Arkeopark’ı bile var. 360 Derece Tarih Araştırmaları Derneği tarafından, 2006 yılında yapılan Dünya’nın en eski batığı olan Uluburun Batığı’nın (M.Ö. 14.yy) birebir kopyası, burada yine aynı yıl batırılmış ve bugün hem meraklılar, hem de öğrenciler için hizmet veren bir “Arkeopark”a dönüştürülmüş. Eğer dalış sertifikanız varsa ve tarihe meraklıysanız, burada bir dalış yapmadan geçmek olmaz.

Dördüncü güne başlıyoruz ve bu sefer hem yolumuz çok uzun, hem de duraklarımız fazla. Oteldeki sabah kahvaltısı efsane! Karşınızda lacivert bir deniz ve Meis Adası, etrafınızda begonviller ve kekik kokularıyla terasta muhteşem bir kahvaltı sizi bekliyor. Kopamadık. Kaş’tan ayrılamadık. Çok sevdik. Bayıldık. Âşık olduk. Daha uzun bir süre kalmaya da geleceğiz. Söz veriyoruz!” diyerek otel sahipleriyle de Kaş’la da vedalaşıp yola çıktık.

Aynı yoldan geri dönüyoruz. Bugünün son durağı; Alanya.  Yani bu demektir ki; geldiğimiz yolu geri dönüp, Antalya’dan transit geçip, Belek ve Side üzerinden Alanya’ya varacağız. Yoldaki durak yerlerini de eklersek gece yarısı Alanya’da oluruz diye düşündük. Neden kulağı tersten gösterdiğimizi soracak olursanız; tamamen duygusal. Yani kalacağımız yerlerdeki tüm oteller kongre mevsimi ve uluslararası bir toplantı organizasyonu sebebiyle doluydu ve biz de pahalı otellerde konaklamayı tercih etmediğimiz için rotamız biraz ters oldu : kabul.

Bugünün ilk durağı Demre. Noel Baba’ya geldik.

St. Nicholas Kilisesi’ne çok yakın bir yerde arabayı park edebilecek ücretli bir otopark var. Oradan kiliseye gelene kadar da sağlı sollu hediyelik eşya dükkânları mevcut. Myra antik kentinin bir parçası olan bu kilise, Hıristiyanlık dini için çok önemli bir merkez. M.S. 326 yılında Demre’de ölen Aziz Nicholas’ın kemikleri daha sonra tacirler tarafından Bari’ye kaçırılırmış olsa da bazı parçaları halen burada. Ve camlı bir bölmenin ardındaki lahidin içerisinde duruyor. Elinizde mutlaka bir kâğıt kalem olsun. Sıraya giriyorsunuz ve kâğıda yazdığınız dileklerinizi lahidin yanından geçerken camlı bölmenin içerisine atıyorsunuz. Kim bilir belki Noel Baba dileklerimizi okur ve bacadan içeri atar? O kadar kalabalıktı ki ve sırada o kadar çok zaman kaybettik ki, sadece kilisenin içerisindeki freskleri görüp, fotoğraflayabildik.

Buraya kadar geldik ama maalesef yolumuz çok uzun olduğu için Myra’ya çıkamadan Demre’den ayrıldık. Yaklaşık 100km kadar dün geldiğimiz yolu geri gittik. Bu arada yol üzerinde Finike’ye de uğradık. Çünkü ben turunç reçeli alacağım diye tutturdum. Fakat hayal kırıklığına uğradık. Şehir merkezinde ne bir tane organik reçel satan dükkân, ne de Pazar vardı. Birilerine sorduk; gece pazarı kuruluyormuş orada satıyorlarmış.

Kuzenim yaz aylarında Kemer’de bir hotelde çalışıyor. Günlük planımızı yaparken ona da uğrayacağımızı hesaba katmıştık. Kemer’de bize yemek ısmarladı, onunla da hasret giderip keyiflendik.

Önümüzde 100km lik bir etap daha vardı. Antalya’yı transit geçip Side’ye doğru yaklaştık. Gün batımı yaklaştığı için Aspendos’u gezip gezemeyeceğimizi bilmiyorduk. Fakat şanlıymışız ki kapanmadan yakaladık. Aspendos Tiyatrosu bütün ihtişamıyla karşımızda duruyordu. Otopark, cafe, tuvalet, müze dükkânı kapıda her şey mevcut. Müze kart da geçiyor. Taktık çantaları sırtımıza, önce tiyatronun arkasındaki kalıntıları görmeye gittik. Aslında, tiyatroya girmeden önce de  çok iyi korunarak günümüze kadar gelmiş su kemerleri de etkileyici.

Her ne kadar şehrin tarihi M.Ö. 5. yy’a kadar geri gitse de; şehir en parlak dönemini Roma İmparatorluğu zamanında yaşamış. Tiyatro binası gerçekten muhteşem ve bugüne kadar gelebilen en güzel Roma Tiyatrosu örneklerinden bir tanesi. Aspendos’lu bir mimar olan Zenon tarafından İmparator Marcus Aurelius zamanında yapımı tamamlanmış. İçeri girdiğinizde ; başka bir dünyaya girmiş gibi oluyorsunuz. M.S. 180 yılında yapımı tamamlanmış bir tiyatrodan bahsediyoruz  hakikaten akıl alır gibi değil. 1930 yılında Mustafa Kemal Atatürk’ün emriyle tekrar hizmete açılan bu tiyatro, 12.000 kişi kapasitesine sahip.

İçeride sahne binasının önündeki “Orkestra” olarak adlandırılan kısımda bol bol selam verip, oturma alanlarının en üst sırasında bulunan yakınınızın alkışlarını yanınızdaymış gibi duymanız mümkün.

Müthiş bir akustiğe sahip. Gerçekten ağzımız açık kaldı. Yukarı çıktık, koridorları gezerken güneş batıyordu artık , dükkândan da hatıralarımızı alıp; bugünün son durağı olan Alanya’ya doğru yola çıktık. Antalya şehir merkezini transit geçip, Belek üzerinden Alanya’ya doğru gidiyorduk ki bir anda kendimizi Las Vegas’ta filan zannettik. Ne ben, ne de Hande hayatımızda hiç bu kadar lüks oteli bir arada görmemiştik. Küçüklüğümde çok gittim Alanya’ya. Hatırladığım, sadece birkaç “standart” otel, birkaç pansiyon filan. Ama bunlar başka. Gözlerimiz fal taşı gibi açılmakla kalmayıp, sürekli, “Yok artık! Bu da nesi?”  gibi hayret söylemlerinde bulunuyorduk. Genelde bahsedildiği gibi yabancı turistlere yönelik şaşalı, altın varaklı, oymalı kakmalı otellerdi bunlar. Şaşkınlığımızı orada bırakıp devam ettik yola. Alanya şehir merkezi ise tam bir şehir olmuş. Mahalleleri var böyle küçük küçük. Ve her mahallede kendine ait Uzakdoğu , Meksika ve İtalyan restoranları, publar, diskolar, barlar filan var. Her biri birer sayfiye kasabası gibi. Şaşırmamak elde değil. Hatta bir şey daha söylemek gerekirse hiç Türkiye gibi de değil. Amerikan filmlerinden fırlamış gibi. Tüm bunları bu kadar net gördük arabadan çünkü adım başı trafik lambası var. Ha bu arada merkezde bayağı trafik var. Mayıs ayında böyleyse Temmuz-Ağustos nasıldır acaba diye düşünmekten de kendimizi alamadık. Hotelimiz biraz şehrin dışındaydı. Hem çok acıkmış, hem de yorgunluktan bitap düşmüştük. Benim sol bacak titremeye bile başlamıştı. Otel çok şıktı. Yani bu seyahat boyunca konakladığımız en şık oteldi diyebilirim. Hemen odamıza yerleşip yemek için dışarı çıktık. Çocukken Alanya’da hep pizza yerdik. Ve müthiş lezzetli olurdu. Yine söylüyorum; Alanya’da pizza hala ef-sa-ne! Hiç o zincir pizzacıların pizzaları gibi değil. Bambaşka. Eğer yolunuz düşerse şiddetle tavsiye ediyoruz: Alanya’da pizza yemeden dönmeyin!

Bugün son günümüz… Akşamüstü uçağımız var. Sabah kahvaltısı fena değildi. Hemen iki lokma bir şeyler atıştırıp otelden çıkış yaptık. . Hedefimiz, Alanya Kalesi ve Kleopatra Plajı’ydı. Kale bölgesine şehir merkezindeki iki farklı noktadan giriş yapılabiliyor. İlk girişe geldiğimizde polis o tarafa dönüş vermedi. Biz de ikinci girişe doğru gittik. Fakat orada da polis girişe izin vermiyordu. Durup bir kişiye sorduk bu durumun sebebini. O bölgede gece bir takım olaylar yaşandığı için polis girişleri kapatmıştı. Çok üzüldük. Kaleyi ve Kleopatra Plajı’nı pas geçmek zorunda kaldık. Belki bekleseydik bir süre açılacaktı ama vaktimiz olmadığı için kalamadık. İkinci durağımız ise Side Antik Kentiydi. Bu antik kent tam modern Side’nin girişinde yer alıyor. Ana caddeye doğru arabayla giderken antik şehrin ortasından geçiyor; sağ ve solunuzda kalan kalıntılarla selamlaşıyorsunuz.

Ücretli otoparkı var. Arabayı park ettikten sonra başladık kalıntılar arasında tur atmaya. Side’nin ilk sakinleri Persler. Yani M.Ö. 540 yılında Pers egemenliğine giren şehirde daha önceki dönemlere ait hiçbir iz bulunamamış. Perslerden sonra Büyük İskender, Helenistik Dönem ’de Seleukoslar, daha sonra Roma hâkimiyetine girmiş olan Side’de Bizans yerleşiminden sonra ise Osmanlı izleri bulunmuş. Side’de kalıntıların arasında en dikkat çekici olanlarından bir tanesi Side Tiyatrosu. Bunun dışında ise; sütunlu caddesi, Dionysos Tapınağı, hamam yapıları, ticaret agorası, surları olan bayağı büyük ve görkemli bir mermer şehirden bahsediyoruz işin aslında. Tiyatro Binası’ndan bahsedelim birazcık. Bu yapı aslında Anadolu’nun en önemli antik tiyatrolarından bir tanesi.

15.000 kişiden fazla bir seyirci kapasitesine sahip olan tiyatronun en önemli özelliği, Helenistik Dönem tiyatrolarından mimari olarak farklı olması. Bu tiyatro, dağ yamacına dayandırılarak yapılmış olan daha eski tiyatrolardan farklı olarak yüksek kemerlere dayandırılmış. Yani, bir başka deyişle “Tek başına ayakları üzerinde durabilen” bir yapısı var. Bu haliyle de Roma’daki Colloseo’nun atası desek çok da yanlış olmaz sanki. Orada fotoğraf, burada selfie, yok sahnede selam vermeler filan derken yavaş yavaş müzeye doğru yürümeye başladık.

Müze de yine modern Side’nin girişinde yer alıyor. Müzekartımız gene devrede. Antalya Müzesi’nden sonra daha ne kadar etkilenebiliriz diye düşünüyorduk ki; gördüklerimiz karşısında dudağımız uçukladı. Sadece bahçesindeki lahitler, sütun başlıkları, mimari heykeller Side’nin özellikle Roma Dönemi’nde ne kadar şaşalı, görkemli bir hayat yaşadığının göstergesi gibiydi. Müthiş bir mermer işlemeciliği söz konusu. Ama bizim favorimiz; gladyatör betimlemeleriydi.

Ne kan dökülmüş, ne oyunlar oynanmış, ne canlar yanmıştı kim bilir, bunların betimlenmesi bize o dönemi yaşattı. İçeride ise; devasa heykeller, büstler, o döneme tanıklık etmiş küçük buluntular sergileniyor. Aklımız kaldı çok detaylı gezemedik vaktimiz kısıtlı olduğu için ama yine de mutlaka gezmenizi tavsiye ediyoruz.

Oradan çıkıp modern Side’nin ortasından geçen, sağlı sollu dükkânlar ve restoranlar olan ana caddeden bakına bakına, magnet ve kitap ayraçlarımızı alarak ilerledik sahile doğru. Fakat burada ilginç bir durum var; esnaf genellikle Türk Lirası verince şaşırıyor. Herkes Euro üzerinden konuşuyor, fiyatlandırma yapıyor. Onlar bize şaşırdı, biz de onlara. Düşünsenize kendi ülkemizde kendi paramızı esnafa uzatınca şaşırıyor. Bu arada nefis dondurmacılar var. Aman Tanrım, o ne çeşit! Vitrinlerini bir görseniz, rengârenk. Külahlar da kocaman. İki top dondurma alalım dedik; yarımşar kilo dondurma tarttı adam bize. Yiye yiye sahile vardık. Burada Apollon Tapınağı var. Hani bu Türkiye’nin tanıtım filmlerinde görseli olmazsa olmaz olan tapınak. Görünce size de tanıdık gelecek.

Kazılar da restorasyon da devam ediyor bu bölgede. Aslında şehrin bu kısmında iki tapınak var. Muhtemelen bir tanesinin de Tanrıça Athena’ya adanmış olduğu düşünülüyor.  Apollon Tapınağı’nın en güzel fotoğrafları gün batımında çekiliyormuş ama yapacak bir şey yok biz kabak gibi öğlen güneşinin altında çektik. Türkiye’nin en çok fotoğraf çekilen tarihi eserlerinden birinin önünde de fotoğraf aldıktan sonra yine aynı yoldan arabamıza geldik. Tamam kabul, uçağımızın kalkmasına az bir süre kalmıştı ama biz denize bir daha girmeyi de kafaya takmıştık.  Önce Side’deki otellere girip sorduk ücret karşılığında plajlarını kullanıp kullanamayacağımızı. Öyle fiyatlar söylediler ki, bir saatçik deniz keyfi için asla veremezdik öyle bir ücret. Hemen vakit kaybetmeden basıp Belek’e gittik. Burada da otellerde durum aynıydı. Ama öğrendik ki Halk Plajı varmış. Bastık oraya gittik. Otoparkı var. Arabayı atıp, koşa koşa plaja gittik. Gayet güzel şezlongları ve şemsiyeleri, soyunma kabinleri, tuvaletleri, yeme içme yerleri var. Pata küte koşa koşa attık kendimizi denize. Deniz de pek güzeldi şansımıza. İncecik kum, dalgasız deniz.

Süper bir final yaptık gezimize. Gerçekten efsaneydi.plaja giriş 3tl. Öyle iki kız geldik diye rahatsız eden filan da olmadı. Rahat rahat denizimize girdik, muhabbet ettik. Hava da artık kapamaya başlamıştı ki toparlanıp yola koyulduk.

Son gün… Son durak… Antalya Havalimanı. Işıl Tur’dan kiraladığımız Renault Fluence marka arabamızı teslim ettik. Bu arada tüm gezimizi  1,5 depo motorinle  bitirdik. Evet yanlış okumadınız. Antalya, Burdur, oradan tekrar Antalya, oradan Kaş Kalkan, oradan Alanya ve tekrar Antalya’da son. Kulağı tersten göstermemize rağmen, 1.4 dizel modelini kesinlikle tavsiye ediyorum. Pazar sabah aldığımız arabanın yakıtındaki ilk eksilme belirtisi Salı günü Olmypos’a giderken belirdi. Zaten biraz daha eksilmeseydi kiraladığımız şirketi arayıp arabada arıza var diyecektim. Neyse efendim, arabamızı da uğurladıktan sonra, bavulları kapıp içeri geçtik. Check-inlerimizi tamamlayıp, bir cafede oturarak uçak vaktinin gelmesini beklemeye başladık.

Bu yolculuğumuz esnasında sosyal medya (Facebook ve Instagram) hesaplarımız üzerinden hep #kahverengitabelalarinpesinde etiketiyle fotoğraflarımızı paylaştık. Bazı dostlarımız “1. Gün 3. Durak…” filan gibi yazılarımızı gördükçe her sabah uyanıp “Acaba bugün neredeler?” diye merak ettiklerini ve paylaşımlarımızı sabırsızlıkla beklediklerini bize mesajlarıyla ya da telefonlarıyla ilettiler. Biz de bu ilgiye kayıtsız kalamayarak son selfiemizi de Antalya Havalimanı’nda çekip, “Bu gezimizde beğenileriyle bizi yalnız bırakmayan, destekleyen, katkıda bulunan herkese çok teşekkürler… Şimdilik bizden bu kadar. Yeni maceralarımızda görüşmek üzere… Hoşçakalın…Ayşe & Hande” yazısıyla paylaştık.

Son olarak şunu da söyleyerek bu ilk yazımızı kapatalım; #kahverengitabelalarinpesinde etiketiyle biz daha çok seyahatler yaptık ve yapacağız. Yazmaya da devam etme niyetindeyiz. Bizimle gezmek isterseniz bekleriz.

Sevgiler.

Ayşe & Hande

Paylaşmak için...Share on FacebookShare on Google+Tweet about this on TwitterShare on LinkedIn