KOMŞU KOMŞU BİZ GELDİK II –  SELANİK

Ayşe Batman - Hande Çınar

Yıllardan 2017, aylardan Haziran. Bekle bizi Yunanistan! Biz yine geliyoruz…

Herkese merhaba! Komşu topraklara ilk seyahatimizi Atina ve Santorini’ye gerçekleştirmiş ve bunu da sizlere ballandıra ballandıra bir önceki yazımızda anlatmıştık. O yazımızı okumak için tıklayınız.

2014 yılında yaptığımız bu geziden sonra her yaz Yunanistan’a bir günlüğüne bile olsa geliyoruz. Ayağımız da alıştı, baktık ki çok da eğleniyoruz; bu sefer büyük oynadık. Altı gün sürecek olan bir rota planladık ve bu güzergâhta görülecek yerler, yapılması gerekenler ile ilgili olarak çok okuduk, gidenlere sorduk, soruşturduk. Tüm bu çalışmalarımıza kıştan başlayınca bahar ayları bize geçmek bilmedi! Ama işte vakit geldi. Gidiyoruuuuzzz…Ve sizi de bizimle götürüyoruz. Bu sefer nereye mi? İstikamet; Selanik ve Yunanistan’ın kuzey kıyıları… Size bu seferki gezimizi bu kadar heyecanlı kılan en büyük nedeni söylüyoruz: arabamızla gidiyoruz! Yol uzun, macera büyük. Buyurun çıkalım yola 🙂

Fotoğraf 1

İstanbul – Tekirdağ – Malkara – Keşan – İpsala güzergâhını takip ederek sınır kapısına vardık. Aşağıdaki videomuzda


da izleyebileceğiniz gibi bu noktada iki önemli husus var: birincisi eğer bayram tatillerinde İpsala’dan çıkış yapacaksanız mümkünse arife gününe kalmayın! Biz arifeden bir gün öncesinde çıkmış olmamıza ve sırada sadece birkaç araç olmasına rağmen yaklaşık 2 saat sınırda bekledik.

Fotoğraf 2

İkinci olarak; İpsala sınır kapısına 4km kala bir benzinci var. Siz siz olun, deponuzu muhakkak doldurun. Sınırı geçtikten sonra direkt olarak otobana bağlanıyorsunuz ve otoban üzerinde hiçbir benzinci yok. Meriç Nehri’nin üzerinde Türk ve Yunan bayraklarının olduğu köprüde bir süre bekledikten sonra

Fotoğraf 3

Yunanistan tarafında da işlemlerimizi tamamladık ve sınır kapısını geçer geçmez solumuzda gördüğümüz cafede biraz soluklanıp, vurduk kendimizi otobana.

Fotoğraf 4

“A2 Otobanı” olarak geçen bu yol üzerinde, her ne kadar otobandan çıkmasanız da, belirli aralıklara gişeler var ve buralarda 2.40 Euro para ödüyorsunuz. Sanırım toplamda dört gişe geçtik. Xanti (İskeçe), Komotini (Gümülcine) ve Kavala gibi belli başlı şehirleri gösteren tabelaları pas geçip dümdüz Selanik’e varıyorsunuz. Kısacası, sınırdan sonra ortalama üç-üç buçuk saatlik bir yolunuz var.

Hu huu? Komşulaaar? Biz geldiiik? Kalimeeeraaaa 🙂

Selanik girişi, birçok diğer şehir gibi sanayi bölgesi ve fabrikaların olduğu semtlerle başlıyor. Şehrin içine girdikçe tabelalar sizi yönlendiriyor; ya “Center” ya da “White Tower” yazan tabelaları takip ettiğinizde direkt olarak sahile iniyorsunuz.

Fotoğraf 5

Sora sora otelimizi bulduk. Hotel Augustus’tan (http://www.augustos.gr/) yer ayırtmıştı Hande. Burada bizi çok güler yüzlü bir beyefendi karşıladı. Hatta arabamın plakasından Türk olduğumuzu anlamış ve ben yanaşırken Hande’ye “Sen in de kapı çarpmasın” diyecek kadar da iyi derecede Türkçe konuşan biriydi. Hande, gayet alışılageldik bir durummuş gibi “Peki” deyip indi ama şaşkınlıktan dona kalmıştık. Otelimiz tertemiz ve oldukça şirindi. Biraz dinlendikten sonra hazırlanıp Selanik’teki ilk akşamımızda şehri keşfetmek için çıktık dışarı. Bu arada, benim yaklaşık bir senedir sosyal medyadan takip ettiğim Selanik’te yaşayan şarap üreticisi bir kız, biri erkek ikiz kardeşler var ve geldiğimizi öğrenince bizi akşam yemeğine davet ettiler. Arkadaşlarla buluşmadan önce şehrin en ünlü meydanı olan Aristotelus Meydanı’na gittik. Etrafta bir sürü yemek yiyebileceğimiz ya da bir şeyler içebileceğimiz mekânlar, güzel bir otel ve bir yaz akşamında bu güzel meydanda vakit geçirmek için gelen insanlar vardı.

Fotoğraf 6a

Fotoğraf 6b

Fotoğraf 6c

Biraz fotoğraf çektik, biraz yürüdük derken arkadaşlarımız geldi ve bizi sahilde hem Yunan mutfağı hem de Dünya mutfağından yemekleri olan Αγιολι Εστιατοριο (Agioli Restaurant)” (http://agioli.gr/) isimli bir restorana götürdüler. Şahane bir manzara eşliğinde nefis bir yemek yedik. Türk-Yunan dostluğuna katkıda bulunan kültür elçileri olarak biz de kendilerine Türkiye’den getirmiş olduğumuz hediyelerimizi verdik yemeğin sonunda. Amma velakin, ya yorgunluktan, ya şaşkınlıktan ya da muhabbetin derinliğinden olsa gerek fotoğraf çekmeyi u-nut-muş-uz. İnanabiliyor musunuz? Şaka gibi! Kendilerine dedelerinden yadigâr kalan işletmelerini görmek istediğimizi söylediğimizde bağların ve çiftliğin Selanik’e bir saat mesafede olduğunu, bizim tam bir günümüzü orada geçirmemiz gerektiğini, ancak böyle tadını çıkarabileceğimizi söylediler. Düşündük; yapılacak çok şey ve görülecek çok yer vardı Selanik’te. O yüzden buraya olan gezimizi bir sonraki sefere bıraktık. Tekrar gelmek için bahane aramaya başlamışken; hadi buyurun bahanenin şahı çıktı karşımıza 🙂

Sohbet esnasında Selanik civarında denize girebileceğimiz bir kasaba olup olmadığını sorduk. Bize, Halkidiki yolu üzerinde Nea Kallikratia isimli bir beldeye gidip güzel bir deniz sefası yapabileceğimizi söylediler. Hatta ve hatta,  “Yolunuzun üzerinde Cosmos diye bir alışveriş merkezi de var. Kesinlikle uğramalısınız” diye de eklediler. Normalde bir “Ayşe-Hande Tatilinde” hediyelik eşya alışverişi dışında alışveriş söz konusu değildir ama nedense bir cazip geldi. Böylelikle Cumartesi gününün planı yapılmıştı: alışveriş ve deniz! Arkadaşlarımızla Pazar akşamı tekrar görüşmek üzere vedalaşıp yine Aristotelus Meydanı üzerinden geze geze otele geliyorduk ki; o da nesi? Süper müzikler çalan bir bar mı o? Girmez miyiz içeri? Hohoyyt 🙂

Tatilin adı belli olmaya başlamıştı: kafa nereye biz oraya!

Cumartesi günü Selanik’teki ilk günümüzdü. Heyecanla erkenden kalkıp, kahvaltıya indik. Öğrenmekte olduğum Yunancam ile kafa göz yara yara konuşmaya başladım. Ben konuştukça Yunanlar da olanca hızlarıyla cevap veriyorlardı. Ben bir panik, bir panik! Dilim dolandı, boncuk boncuk soğuk terler dökmeye başladım ama kardeşim Hande beni çok cesaretlendirdi. Canımsın Hande!

Kahvaltıdan kalkar kalkmaz atladık arabaya; doğru Nea Kallikratia’ya. Aklınızda bulunsun buraya giderken Selanik havalimanı (Makedonia Havalimanı) istikametini takip ediyorsunuz zaten tabelalarda da Halkidiki diye yazmaya başlıyor. Ama bizden tavsiye hafta sonu gidecekseniz sabahın köründe çıkın yola. Yoksa Selanik’ten çıkar çıkmaz şak diye trafik kilitleniyor. Neden mi? Çünkü bütün şehir denize girmeye gidiyor da ondan! “Oohh! Arife Günü İpsala trafiğinden kurtulduk! Yaşasın!” diye çok sevinmememiz lazımmış demek ki. O neydi öyle yahu? Makedonia Havalimanı sapağının orada ellerinde broşür dağıtan şapkalı kişileri görünce “Hah!” dedim. “Hoş geldin Şile yolu hafta sonu trafiği!”. Tam sıcaktan artık sinirlerim zıplamaya başlıyordu ki Cosmos’u gördü Hande. Hemen daldık içeri. Az katlı, geniş ve ferah bir alışveriş merkezi. Her şey var içeride: marketten tutun da, kitapçıya, çocuk eşyası satan mağazalardan elektronik mağazasına. Biz biraz kitapçıda vakit geçirdik. Sonra da birer Frappe (soğuk Yunan kahvesi) alıp 35 derecenin üzerindeki sıcakta arabaya koştuk. Neyse ki trafik açılmıştı.

Yaklaşık 15-20 dakika sonra da Nea Kallikratia’ya vardık. Burası, Selanik halkının denize girmek için tercih ettikleri en yakın ve en güzel denizi olan kasaba. Aslında tam anlamıyla Halkidiki yarımadasının göbeğine kadar inmiyorsunuz. Tam Kassandra bacağının girişinde kalıyor (bknz. navigasyon ya da harita). Selanik-Nea Kallikratia arası 45km. Kasabanın içinde saat 18.00’e kadar ücretsiz park edebileceğiniz yerler var. Sonra ana caddesi araç trafiğine kapandığı için arabanızı almanız gerekiyor. O yüzden sahile araba park etmekte fayda var. Kıyıda bir sürü hem yemek yiyebileceğiniz, hem şezlonglara uzanıp, sonra da denize girebileceğiniz ve Yunanların “Organized Beach” olarak adlandırdığı yerleri var. Biz ne mi yaptık? Biz taaa akşam saat 17.30’a kadar çok sevdiğimiz feta peynirli Yunan salatasına ve mezelere daldık, parmaklarımız büzüşene kadar yüzdük, muhabbetin dibine vurduk, keyif yaptık yani.

Fotoğraf 7

Ama akşamüstüne doğru hava bozdu. Biz de ufaktan ufaktan arabaya doğru yola koyulduk ve dönüşe geçtik.

Fotoğraf 8

Çok şükür ki dönüşte trafikten eser yoktu.

Otele uğrayıp kendimize bir çeki düzen verdikten sonra çıktık dışarı. Hem okuduklarımız, hem de dün akşam arkadaşlarımızın söylediklerine göre Selanik’e gelip gün batımını izlememek olmazmış. Doğru sahile indik. Hem sahilde bizi sadece gün batımı değil; Büyük İskender heykeli ve ünlü Şemsiyeler bekliyordu. Daha fazla bekletemezdik kendilerini. İşte şimdi anladık herkesin neden bu şehri İzmir’e benzettiğini. Kordon boyu gibiydi. Biraz yürüyünce Selanik’in meşhur Beyaz Kulesi’nin önüne geldik.

Fotoğraf 9

Birkaç poz fotoğraftan sonra yol boyunca duran seyyar satıcılara bakarak ilerlerken karşımıza şirinlik abidesi bir müzisyen çıktı. Kimdir, necidir bilmiyoruz ama çok yetenekli olduğu ve dünyalar tatlısı olduğu kesin. Kulak vermek ister misiniz? İşte size videosu 🙂

Beyaz Kule’yi ve tatlı müzisyenimizi geride bırakıp, kendimizi az ilerideki Büyük İskender Heykeli’nin önünde boy boy fotoğraf çektirirken bulduk. Bütün heybetiyle; şaha kalkmış atı Bucephalus’un üzerindeydi. Antik dünyanın en ünlü hükümdarlarından biriydi ve biz kendisi hakkında çok şey okumuş, öğrenmiştik üniversitede. Evet, belki de tarih onu hep yüksek egosu ve yeni yerler fethederek bir imparatorluk kurma tutkusu ile yazıyor ama bizim için Arkeoloji Bölümü’nde okurken karşımıza çıkan onlarca kahramandan birisi. Kendisini selamlayıp sahilden ilerlemeye devam ettik.

Fotoğraf 10

İleride “Şemsiyeler” görünmeye başlamıştı. George Zongolopoulos’a ait olan bu heykel, 1997 yılında Selanik’in Avrupa Kültür Başkenti olduğu yıl yapılmış. Muhteşem bir gün batımı ve bu naif şehirle özdeşleşmiş olan heykelle nefis fotoğraflar çektik.

Fotoğraf 11

Fotoğraf 12

Sahil turumuzu tamamlarken, en son yemeğimizi öğlen saatlerinde plajda yemiş olduğumuzu hatırladık. Akşam yemeği için şehrin en ünlü semtlerinden olan Ladadika’ya gittik. Burada bir sürü birbirine benzeyen ve Yunanların “Taverna” olarak adlandırdıkları restoranları var. Gözümüze kestirdiğimiz ve adı “Kazaviti Taverna” olan birine oturduk. Kimisinden canlı Yunan müzikleri yükseliyor ve şarkılar, müzisyenlere eşlik eden misafirlerin seslerine karışıyordu. En deniz mahsullüsünden bir soframız vardı ve söylemeden geçemeyeceğiz; Karides Saganaki diye bir lezzet deryası var ki; parmaklarımızı yedik desek yeridir. Bizden size şiddetle tavsiyedir: gidiniz ve bu lezzet dünyasına dalınız! Üzerine birer de kahve içip,

Fotoğraf 13

oradan yine aynı bölgede bulunan gece kulüplerinin ve barların olduğu havuzlu meydana geldik.

Arkadaşlarımız bize Casper diye çok ünlü bir gece kulübü olduğunu söylemişlerdi. Havuzlu meydanın göbeğinde yer alan kulüp, gerçekten bayağı popüler bir mekân görüntüsü veriyordu. Kapıya gidip içeri girmek istediğimizi söylediğimizde, rezervasyonumuzun olmaması sebebiyle giremeyeceğimizi öğrendik. Sanırım Cumartesi akşamı olduğu için etraftaki tüm yerlerde de aynı durum geçerliydi. E biz de içeri giremediysek şehrin gece görüntüsüne doymaya karar verip, aldık elimize birer içecek bir şey, başladık ara sokakları keşfetmeye. Dönerken ise; otelimizin mahallesinde böyle küçük bir çıkmaz sokak gibi bir yer bulduk. Yunan müzikleri geliyordu kulağımıza. Girip bir baktık ki, böyle küçük küçük tavernaların olduğu, şirin mi şirin bir sokak. Sokağın adı Karipi. Handeyle birbirimize bakıp; “Yarın akşam kesin buradayız!” dedik ve sallana sallana otele yürüdük.

Pazar sabah yine büyük bir heyecanla erken kalkıp, attık kendimizi Selanik sokaklarına. Bu sefer yayayız. İşte şimdi bir “Ayşe-Hande Tatili” havasına girmişti mevzu. Çok heyecanlıydık çünkü ilk olarak büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün evine gidiyorduk. Dik yokuşlardan çıktık, ara sokaklarda mahalle sakinleriyle selamlaştık ve de her biri birbirinden güzel duvar resimleri ile karşılaştık. Dakikalarca önlerinde durup inceledik, fotoğraflar çektik filan derken bir anda önümüze Roma Agorası çıktı.

Fotoğraf 14

Haydi bakalım! Girmesek olur mu? Tabii ki hayır! Çok da ilgimizi çekti. Çünkü şehrin tam ortasında, küçük bir tiyatro yapısıyla, yürüyüş yollarıyla ve de içeri girince fark ettiğimiz müzesiyle iki Arkeolog kadını çağırdıkça çağırdı. Burayı ufak bir açık hava müzesi diye düşünebilirsiniz. Kısaca bu bölge ile ilgili bilgi verecek olursak; buradaki yerleşimlerin M.Ö. 3. ve 2. yüzyıla tarihlendiği biliniyor. Daha sonra ise; Roma’nın Erken İmparatorluk Çağı’nda  (M.S.1.-5.yy)  binaların yapıldığı ve aktif olarak kullanıldığı anlaşılmış. Bölgede hamam, odeon, dükkân yapıları, yürüyüş yolları gibi birçok idari amaçla kullanılmış bina yer almakta.

Her gün 08.00-15.00 saatleri arasında açık ve giriş ücreti 4 Euro kişi başı. Fakat gişedeki memur, size şöyle bir teklifte bulunuyor: Roma Agorası, Arkeoloji Müzesi ve Beyaz Kule girişlerine üç gün boyunca kullanılabilecek kombine bir bileti 10.50Euroya alabiliyorsunuz. Biz, hangisine vakit yetip yetmeyeceğini bilemesek de kombine aldık. Alanın içinde yer alan müzenin koleksiyonu oldukça zengin ve duvarlarda da kazıların başladığı yıllardan bugüne kadar tüm çalışmalara ait fotoğraflar bulunuyor. Eğer antik dünyaya merakınız varsa bu zengin koleksiyona sahip müzeyi ve agorayı gezmeden dönmeyin!

Yolumuzun üzerindeki bu Arkeolojik ziyaretten sonra, Atatürk’ün evine doğru yürümeye devam ettik. Atatürk’ün doğduğu ev, Selanik’teki Türkiye Başkonsolosluğu’nun bahçesinde yer alıyor.

Fotoğraf 15

Giriş ücretsiz ve her gün açık. Bayramda birçok insan Türkiye’nin çeşitli illerinden Selanik’e Atatürk’ün Evi’ne gelmişti. 2010 yılında T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından başlatılan yenileme çalışmaları, 2013 yılında tamamlanmış ve ev, yeniden ziyarete açılmış. Giriş katında, Atatürk’ün çocukluğunun tasvir edildiği bir balmumu heykelin yer aldığı mutfak ve Zübeyde Hanım’ın balmumu heykelinin bulunduğu bir oda, duvarlarda da Atatürk’ün hayatından, savaşlardan ve Selanik şehrinden bilgilerin yer aldığı sabit paneleler var. Üst katta ise; Atatürk’ün doğduğu oda, yine kendisinin balmumu heykelinin yer aldığı bir başka oda ve bir küçük hamam yer alıyor. En alt katta da herkesin faydalanabileceği Atatürk’le ve cumhuriyetimizle ilgili kitapların yer aldığı bir kütüphane ve fotoğraflar bulunuyor. Burayı da gezip, evin giriş katındaki balkondan bir fotoğraf çektirdikten sonra, oradan ayrıldık.

Fotoğraf 16

Fotoğraf 17

Fotoğraf 18

Evin karşısında hediyelik eşya dükkânları bulunuyor ve görevli tüm Yunanlar Türkçe konuşuyor, size ikram ettikleri Türk çayının yanında bir de bayramınızı kutluyorlar 🙂

Şimdi sıra Rotunda olarak adlandırılmış olan ve yapılışı M.S. 306 yılına dayanan yapıya gelmişti. Önümüze gelene sora sora bulduk kendisini. Gerçekten muazzam bir yapıydı.

Binanın içerisinde yer alan bilgi panellerinde yazdığı üzere; bu yapı ilk inşa edildiğinde Zeus Tapınağı amacıyla yapılmış, daha sonra Roma Dönemi’nde İmparator Galerius’un mezarı olarak da kullanılmış olduğu kimi çevrelerce düşünülüyor. Hıristiyanlığın yayıldığı dönemlerde katedral, Osmanlı İmparatorluğu zamanında ise minarelerin eklenmesiyle camii olarak kullanılmış; 1900’lü yılların başında ise tekrar kilise olarak görev yapmış. 1918 yılında başlayan ve belirli aralıklarla devam eden yenileme çalışmaları, 2015 yılında tamamlanmış ve ziyarete açılmış.

Fotoğraf 19

İçeride bir de klasik müzik çalıyor ki etkilenmemek bizce mümkün değil. Resmen zamana meydan okumuş bir başka binayı daha ağzımız açık dolaşıyorduk.

Öğlen güneşi beynimizi pişirse de, sıcaklık giderek dayanılmaz bir hal alsa da fark eder mi ki bize? Bir şehrin sokaklarında kaybolmak da bizim en büyük zevkimiz. Rotunda’dan çıkıp, Selanik Arkeoloji Müzesi’ne doğru yürürken karşımıza bir sokağın köşesinde “Hippo” adlı bir cafe çıktı. Sanki 70’lere, 80’lere filan ışınlanmış gibi olduk içeri girince. Retro stilde dekore edilmiş bu cafenin duvarlarında, Kurt Cobain’dan tutun da Jim Morrisson’a kadar efsane rock yıldızlarının siyah beyaz resimleri vardı.

Fotoğraf 20

Resmen içeriden çıkmak istemedik. Limonataları ef-sa-ne! O sıcakta da ne iyi gidiyor var ya!

Müzede bizi bir arkadaşımız bekliyordu. Geçen yıl Chios Adası’nda tanıştığımız, Selanik’teki Aristotle Üniversitesi’nde okuyabilmek amacıyla harçlığını çıkarmak için yazları adada garsonluk yapan Lola. Sosyal medyanın birleştirici gücü sayesinde hiç kopmadık ve oraya geleceğimizi öğrenince çok sevindi. Müze kapısında buluştuk, biraz sohbet ettik, Türkiye’den getirdiğimiz ufak armağanlarımızı verdik ve bu sefer onu İstanbul’a beklediğimizi söyleyerek vedalaştık ve biz müzeye geçtik.

Fotoğraf 21

Tarih öncesi dönemlerden Roma Dönemi’ne kadar tarihlenen tüm buluntular, Yunanistan’ın kuzeyinde yer alan Makedonya Bölgesi’ndeki tüm arkeolojik kazılardan geliyor.

Fotoğraf 22

Müzede yer alan Türkçe broşürde de belirtildiği gibi, 1962 yılında yapılan bu bina, 2003 yılında modern müzecilik anlayışı ve yeni teknikler kullanılarak restore edilmiş. Ziyaret saatleri kış ve yaz sezonunda değişiklik gösteriyor. Bu yüzden en iyisi siz buraya gelmeden Selanik Arkeoloji Müzesi’nin internet sitesine bir göz atın (https://www.amth.gr/en).Tabii biz yine ağzımız bir karış açık kala kala müzeyi ortalama iki saatte filan gezdik. Çıkışta çektirdiğimiz fotoğraftan da fark edebileceğiniz gibi, ağzımız kulaklarımızda fiyonk olmuştu mutluluktan ama yorgunluktan “Hotele taksi kaç Euro yazar acaba?” düşüncesi de beynimizin içinde dönüp duruyordu.

Fotoğraf 23

Otele gitmeden önce gezilmesi gereken yerleri not ettiğimiz listemize bir daha baktık, Beyaz Kule’ye ve Bizans Müzesi’ne gidecek zamanımız da, gücümüz de kalmamıştı. Fakat şehrin en ünlü caddesi olan Tsimiski’ye gidebilirdik.

Fotoğraf 24

Neden olmasındı? Bu ayaklar saatlerce yürümeye, kafalar da güneşten pişmeye alışkındılar. Ama önce midelere yemek, bünyelere enerji göndermek lazımdı. Sahile çıktığınızda Beyaz Kule’ye çok yakın bir yerde şirin mi şirin görüntüsüyle sizi de cezbedebilecek “Balkonaki” isimli restorana gittik. Hem fiyatları uygun, hem de lezzetli yemekleri var. Yunan mutfağı ve Türk mutfağının ortak yemeği olan patlıcan musakka yedik. Patlıcanlı fırın makarna ya da lazanyaya benziyor.  Bizce “tadılması gerekenler” listesine alınmalı 🙂

Haydi, bakalım şimdi doğru Tsimiski’ye. Aslında keyifle gezilecek dükkânlar çoktu ama maalesef günlerden pazara denk geldik. Bu bütün Yunanistan’da mağazaların kapalı olması anlamına geliyor. Açık bir market bulup banyo lifi almaya girdik ama içeride çalan da neydi öyle? Bir elektronik müzik harikasıydı! Sanki ünlü bir DJ performans sergiliyordu. “Dün gece tırım tırım girip, dans edebileceğimiz kulüp aramasaydık da bu markete mi gelseydik yahu?” diye düşünmekten kendimizi alamayıp, hatıra olarak da bu videoyu çektik 🙂

Bu Tsimiski Caddesi’nin üzerinde TOMS markasının açtığı bir butik ve içinde de şahane bir cafenin olduğu bir pasaj var. Mademki aldığımız, yediğimiz, içtiğimiz her şeyin bedeli ihtiyaç sahiplerine ulaşıyor; o zaman biz varız. Pasajın girişinde asılı olan Albert Camus’un sözü de ayrıca etkiledi bizi.

Fotoğraf 25

Fotoğraf 26

Otele geldiğimizde telefon şarjları bitmiş, ayaklar bitmiş, biz bitmiştik. Akşam yemeğini şükür ki geç yiyor Yunan’lar. Yani restoranlarda canlı müzik saat 22.00 civarında başlıyor. Bu da bize dinlenebilmek için biraz zaman kalması anlamına geliyordu. Yataklara sakız gibi yapışıp uyuyakalmışız. Selanik’teki son akşamımız olması fikriydi bizi yataktan kaldıran. Toparlanıp çıktık ve bir önceki akşam gördüğümüz şirin sokağa daldık. Mekân bildiğimizden değil ama gözümüze kestirdiğimiz bir restorana oturup, Yunan arkadaşlarımıza da yerimizi bildirdikten sonra, yine deniz ürünlerinden oluşan siparişlerimizi verdik. Yanımıza geldiklerinde “Bu sokağı çoğu kimse bilmez. Üstelik de en güzel restorana oturmuşsunuz” dediler. Gerçekten canlı müziği de, yemekleri de şahaneydi.

Uzun sohbetlerimize eşlik eden şen kahkahalarımızı gece yarısına doğru sonlandırıp, arkadaşlarımızla İstanbul’da buluşmak üzere sözleşerek oradan ayrıldık. Uzman araştırmacı Hande Çınar’ın İstanbul’dayken çıkardığı Selanik notlarında bir kokteyl bardan bahsediliyordu. Fragile Bar. “Bulur muyuz? Hadi buluruz! Selanik’te son akşamımız, uyumaya mı geldik?” diyerek mekânı bulmak için yola koyulduk. Meğer otelimize de, yemek yediğimiz sokağa da pek yakınmış. Bu bar, bir binanın en üst katında bir teras. Yaş ortalaması biraz düşük ama kokteylleri de, müzikleri de gerçekten ef-sa-ne! Bizden tavsiyeler lisesine ekleyebiliriz.

Sabah kalkıp bavullarımızı topladıktan sonra kahvaltıya indik. Bu sefer resepsiyonda bir kadın vardı. Adı Christina. Hiç Türkçe’si yoktu ama bizleri çok sevdiği belliydi. Bütün Türk dizilerini takip ettiğini, özellikle de “Kiralık Aşk” dizisine bayıldığını söyleyerek; “Korişimu Korişimu!” diye neşeli neşeli bağırmaya başladı. İstanbul’u çok merak ediyormuş. Biz de tabii ki bütün içtenliğimizle davet ettik kendisini. Nasıl mutlu olduğunu tarif etmemiz mümkün değil! Sosyal medya hesapları alındı, verildi, fotoğraflar havada uçuştu! Bu şehirden ayrılırken inanın çok üzgündük. Oteldekiler bizi ardımızdan el sallayarak, su dökerek gezimizin diğer duraklarına doğru uğurladılar.

Fotoğraf 27

Selanik gezimizin sonunda sizlere bahsetmek istediğimiz bir diğer nokta da; tüm Yunanistan’da olduğu gibi, bu şehirde de sokak ressamları duvarlara, dükkânların kepenklerine özenle işlemişler rengârenk yapıtlarını. Çalışmaları bizi bizden aldı. Her köşe başında “Ay yok artık! Of bu ne?” filan diyerek dolaştık bütün Selanik’i. Bu eserler, bir şehrin insanlarının ne hissettiklerinin en güzel yansıması. O kadar ince mesajları var ki! Kiminin karşısında oturup, içinde saatlerce kaybolası geliyor insanın. En çok etkilendiklerimizden birini de Rotunda’dan çıkıp, Selanik Arkeoloji Müzesi’ne giderken gördük.

Fotoğraf 28

#hipsterjim etiketiyle sosyal medyada da kendisini bulabileceğiniz birisi o. IHeart isimli cafenin yanındaki kepenkte yer alıyor arkadaş. Yeri gelmişken söyleyelim bu sanat eserlerini kapsamlı bir tur ile gezmek isterseniz www.streetarttours.gr adresinden yardım alabilir, yerel bir rehber eşliğinde de gezebilirsiniz.

Fotoğraf 29

Unutmadan; Selanik bir festivaller şehri. Uluslararası film festivallerinden tutun da, kitap ve müzik festivallerine (en ünlüsü sonbahar aylarında düzenlenen Dimitria Festivali) “Street Mode” Festivali’nden tutun da bölgede yetişen şahane üzümlerden elde edilen şarapların tadıldığı şarap festivaline herkese hitap edebilecek etkinlikler mevcut. Buradaki internet sitesinden de (www.thessaloniki.travel/en/things-to-do/festivals?start=10) tüm yıl boyunca yapılan festivalleri bulabilirsiniz.

Eee? Ne yani? Selanik’teki günler bitmiş miydi? Daha Beyaz Kule’ye çıkamadık? E Bizans Müzesi ne olacak? Sinema Müzesi vardı bir de? Bırakın müzeleri, şehrin göbeğindeki Galerius Zafer Takı (Kamara)’yı bile göremeden mi gidiyoruz yani? Hani daha ünlü kiliseleri gezecektik? Üniversite kampüsünü de görmek istiyorduk oysaki? Şaraphaneyi de göremedik? Gece kulüplerinde dans edecektik mesela? Ooofff! Olmadı şimdi bu! Geri gelmek için sayısız sebebimiz var Selanik! Sana doyamadık ve kalbimizin bir lokmasını sende bıraktık.

Son olarak, illa ki Arkeolog olmanız ve/veya tarihe meraklı olmanız gerekmez buraya gelmek için. Düşünsenize bizim koca bir Pazar günümüze denk geldi ve Tsimiski’deki kitapçılar, dükkânlar, şehrin farklı yerlerindeki parklar, gün batımındaki tekne turu filan hepsi yalan oldu. Kışın bile gelseniz, Noel ve yılbaşı efsane kutlanıyormuş bu şehirde. Sonbaharda gelseniz, hasat mevsimi. Tüm şarap üreticileri bağ bozumuna çıkıyorlar. Büyük keyif onlarla hasada katılmak. Uzun lafın kısası, “Selanik’te ne yapacaksınız? Bir günde biter” diyen arkadaşlara selam olsun, bizce asla bir gün yetmez bu şehre. Gelin buraya, kalın bir hafta. Dönüşte tekrar konuşalım; bize hak vereceğinize eminiz.

Biz Halkidiki, oradan Thassos ve oradan da Alexandroupoli (Dedeağaç)’ta birer gün geçirmek üzere yola çıktık. Seyahatin bu kısmı, bir sonraki yazıda…

Görüşmek üzere…

Sevgiler,

Ayşe ve Hande

Paylaşmak için...Share on FacebookShare on Google+Tweet about this on TwitterShare on LinkedIn